YKS 2024'e Evden Hazırlanın! 7/24 Online Eğitim

Hemen İncele
Türk Dili ve Edebiyatı

Masal Örnekleri | Uzun ve Kısa Masallar

Masal Örnekleri

Bu yazımızda Masal Nedir? yazısında verdiğimiz bilgilerden hareketle masal örnekleri paylaşacağız.
 

Tilki İle Oduncu

Tilkinin biri, arkasına düşen avcılardan kurtulayım derken karşısına bir oduncu çıkmış: “Bir yer göster saklanayım!” diye ona yalvarmış. Oduncu: “Benim kulübeye gir, orada görmezler seni” demiş. Az sonra avcılar gelmiş, oduncuya: “Buralarda bir tilki gördün mü?” diye sormuşlar. Oduncu ağzı ile “Görmedim” demiş, ama bir yandan da eliyle işaret edip hayvanın nereye saklandığını göstermiş. Avcılar oduncunun dediğini duymuş, eline bakmamışlar. Tilki onların geçip gittiğini görünce saklandığı yerden çıkmış, hiçbir şey söylemeden uzaklaşmak istemiş. Oduncu şaşmış “Nasıl oluyor! Sana iyilik ettim, canını kurtardım, sen bana bir teşekkür bile etmiyorsun!” diye siteme başlamış. Bunun üzerine tilki: “Ben sana teşekkür ederim, ederdim ama dilinle elin birbirine uymadı ki!” demiş.

Vardır öyle insanlar; sözlerine bakarsan iyidirler ama aslını ararsan, kötülük etmeye çalışırlar; bu masal işte öyleleri için söylenilmiş.
 

Kaplumbağa İle İki Kaz

Vakti ile bir su kaplumbağasını iki kaz arkadaşı vardı birlikte bir gölde yaşarlardı. Gel zaman git zaman ülkenin o bölgesinde on iki yıl süren bir kuraklık oldu. Kazlar kendi aralarında konuşarak bir başka göle gitmeğe karar verdiler. Ve arkadaşları kaplumbağaya veda etmeye gittiler. Kaplumbağa buna çok üzüldü ve kendisinin de bir su yaratığı olduğunu, kuraklık üzerinden çok geçmeden öleceğini onun için kendisini yalnız bırakıp gitmemelerini kazlardan rica etti. Kazlar kaplumbağaya ellerinden hiçbir şey gelmeyeceğini söylediler. Kaplumbağa kazlara bir çubuk bulup getirmelerini rica etti. Çubuğun ortasından ağzı ile sıkıca ısırdı ve böylece çubuğa tutundu. Kazlardan her biri çubuğun bir ucunu ağzına alarak uçacaklar ve bu şekilde su kaplumbağasını da gidecekleri yere taşıyacaklardı. Kazlar kaplumbağaya bu planda bir sakat nokta olduğunu söyleyerek itiraz ettiler. Uçuş sırasında kaplumbağanın hiç konuşmaması lazımdı. Aksi halde yere düşüp parçalanırdı. Kaplumbağa konuşmamak için ant içti ve yola çıkarıldı. Yakındaki şehrin üzerinden uçarlarken bazı kimseler iki kazın ortalarından arabaya benzer bir şey taşıdıklarını görerek hayretler içerisinde bakışıp konuşuyorlardı. Onları böyle toplanmış gören kaplumbağa andını unutarak kazlara ‘’ bu adamlar ne konuşuyorlar? ‘’ Diye soracak oldu. Fakat daha ağzını açar açmaz kendini yerde buldu ve öldü.
 

Ölüm Geldi Kuzuya

Kurt suya geldiğinde ne görsün? Az aşağıda bir yerde bir kuzucuk suya eğilmiş; içtim içiyor.Karnı da açmış kurdun, kuzucuğu o saat gözüne kestirmiş.
“Hey bana baksana kuzucuk” diye seslenmiş. “Ne yapıyorsun öyle orada? Sıkılmıyor musun benim suyumu bulandırmaya, çamurlu su mu içeyim istiyorsun”
Kuzucuk bakmış: Kurt yukarıda kendi aşağıda su aşağıdan yukarıya akmadığına göre, kurdun ki olsa olsa buna göre bahane.
“Sizin suyunuzu ne mümkün bayım” demiş. “Ben aşağıdayım, siz yukarıda. Su, sizden bana akıyor, benden size değil ki”
Doğrudan doğruya üzerine atılıp kuzucuğu yemeyi şanına yakıştıramayan kurt, birinci bahanenin sökmediğini görünce ikincisine girmiş: “Geçen yıl kuzucuğun biri benim anama babama sövmüştü acı acı, o kuzucuk sen miydin bakayım?” demiş. Sormuş, kuzucuk hemen bu yılanı da engellemiş; “ne mümkün sayın bayım?” demiş. “Ben geçen yıl daha annemin karnında bile değildim. Ben bu martta doğdum.” Kurt sonunda dayanamamış, oyunu moyunu bırakmış. “Seni kaynana dilli kuzucuk seni!” Demiş. “Ben seni nasıl olsa şuracıkta yiyecektim ya, işi kitabına, kuralına uydurayım da kimsenin bir itirazı olmasın diyordum. Sen ise uzattıkça uzattın gel bakayım buraya, bir güzel yiyim seni de aklın başına gelsin”
Kötüler, yapacakları yapmaya karar verdiler mi, onları bu yollarından çevirmek zordur. Siz istediğiniz kadar savunun, istediğiniz kadar doğruyu, gerçeği gösterin, bana mısın demezler.
 

Aslanla Fare

Herkes herkese yardım etmeli,
Ben büyük, o küçük dememeli
İki masalım var bunun üstüne,
Başkada bulurum isteyene.
Aslan toprakla oynuyormuş bir gün;
Bir de bakmış pençesinde bir fare,
Aslan, aslan yürekliymiş o gün,
Kıymamış canına, bırakmış yere.
Boşuna gitmemiş bu iyiliği.
Kimin aklına gelir. Farenin aslana iyilik edebileceği?
Etmiş işte, hem de canını kurtarmış.
Günün birinde aslan biraz çıkayım derken ormandan,
Düşmüş bir tuzağa, ağlar içinde kalmış;
Kükremiş durmuş boşuna;
Bereket fare usta yetişmiş imdada;
Bu iş kükremekle değil, kemirmekle olur demiş.
Başlamış incecik dişlerini işletmeye
Gelmiş ipin hakkından kıtır kıtır.
Bir ilmik kopunca ağdan hayır mı kalır?
Sabır, biraz da zaman
Güçten, öfkeden daha yaman,
 

Bir Devenin Hazin Sonu

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Ormanın birinde üç arkadaş yaşarmış. Kurt, karga ve çakal. Bir de ormanın kralı aslan varmış.
Ormanın yakınından geçen kervanın sahibi, güçten düşmüş bir deveyi bu ormana bırakmış. Deve burada yiyip içecek, sağlığına kavuşunca da sahibi onu alacakmış. Deve ormanda yer içerken aslana rastlamış:

“Sen nereden çıktın?” demiş aslan.
Deve de başından geçenleri ona anlatmış. Aslan kendi ormanında kalması koşuluyla devenin can güvenliğini sağlayacağına söz vermiş. Deve de kabul etmiş. Deve yiyor, içiyor, şişmanlıyormuş. Kurtla çakal onu yemeyi kafalarına koymuş. Aslan:
“Bir daha böyle bir şey duymayayım benim ona sözüm var,” demiş.

Günlerden bir gün aslan ava çıkmış. Bir fille kapışmış ve ağır yaralanmış. O da, onun artıklarıyla beslenen kurt, çakal ve karga da aç kalmış. Aslanın huzuruna çıkıp deveyi yemek için izin istemişler. Aslan onlara çok kızmış. Üç kafadar daha sonra deveyi de yanlarına alıp tekrar çıkmışlar aslanın huzuruna.
“Efendim,” demiş çakal “biz sizin sağlığınızı düşünüyoruz. Bari beni yiyin.”
“Hayır,” demiş kurt “benim etim daha leziz olabilir. Beni yiyin.”
“Bir avuçluk canım var. Ama etim size iyi gelecekse beni yiyin,” demiş karga.
Üç kafadarın böyle konuşması üzerine deve de onlara uymuş. Nasıl olsa bir şey olmaz diye, “Beni yiyin, en leziz et benimkisi,” demiş.
Ama durum devenin düşündüğü gibi olmamış. Aslan devenin yenilmesine karar vermiş. Üç kafadar ve aslan deveyi afiyetle yemiş.
 

Dostluğun Gücü

Bir gün, ördeklerin bol olduğu bir göl kenarına tuzak kuran bir avcı, bir kenarda uzanıp ördek yakalayana kadar uyumaya karar vermiş. Uyandığında en azından bir ördek yakalamayı umuyormuş. O sırada da ördeklerin kralı olan Miku, göl civarında her şey yolunda mı diye bakmak için sabah yürüyüşünü yapıyormuş. Daha ne olduğunu anlayamadan kendini tuzağın içinde bulmuş. Çaresizlik içinde bağıran Miku’yu duyan olmamış.

“İmdat! Tuzağa yakalandım! Yardım edin!” diye son bir kez daha bağırmış ama bir şey değişmemiş. Miku etrafına bakınmış ama kimseyi görememiş ve korku içinde beklemeye başlamış.

O sırada Kral Miku’nun en yakın arkadaşı ve aynı zamanda yardımcısı olan Minu, Miku’nun uzun süredir ortalıkta olmadığını fark edip meraklanmış. Hemen onu aramaya koyulmuş. Çok geçmeden de tuzağın olduğu yere gelmiş. Arkadaşını tuzağın içinde gören Minu vakit kaybetmeden Miku’nun yanına koşmuş. Gagasıyla tuzağı açmaya çalışsa da bir türlü başaramamış. İyice ümitsizliğe kapılan Miku:

“Minu, beni bırak kendi canını kurtar! Avcı gelirse seni de öldürecek!” demiş. Ama Minu’nun arkadaşını bırakmaya hiç niyeti yokmuş.
“Seni yalnız bırakmayacağım, dostum. Senden başka arkadaşım yok. O yüzden sonuna kadar burada, yanında kalacağım.” Bu sırada tuzağına doğru yürüyen avcı, iki ördeğin konuşmasını duyup çok etkilenmiş. “Ben böyle büyük bir dostluk görmedim. Bu iki dostu ayırmam büyük kötülük olur,” deyip Miku’yu serbest bırakmış.
 

İyileştiren Gömlek

Ülkenin birinde, herkesin çok ama çok sevdiği, sevildiği kadar da iyi kalpli olan bir kral yaşarmış. Bir gün bu kral çok hastalanmış ve yerinden bile kalkamaz olmuş. Tüm halk bu duruma çok üzülmüş ve ülkede, kralı iyileştirmenin yolları aranmaya başlamış.

Herkes ne kadar uğraştıysa da kralı iyileştirmenin yolunu bir türlü bulamamışlar. Bir gün saraya yaşlı bilge gelmiş. Söylediğine göre kralı iyileştirmenin yolunu biliyormuş. Bilge, “Kralı iyileştirmek için hiçbir derdi olmayan, çok ama çok mutlu bir adam bulmanız ve bu adamın gömleğini krala giydirmeniz lazım,” demiş.

Kralın adamları, gece gündüz demeden tüm ülkeyi gezip, bilge adamın söylediği gibi bir adam bulmaya çalışmışlar. Ama hiçbir derdi olmayan, çok ama çok mutlu bir adam bulmak hiç de kolay değilmiş.

Kimisi çok zenginmiş ama bir o kadar hastaymış. Kimisi hem zengin hem sağlıklıymış ama onların da mutlu bir ailesi yokmuş. Kimisi çok fakirmiş ve zengin olamadığı için mutsuzmuş. Durum böyle olunca da kralın adamları bir türlü aradıkları kişiyi bulamamış. Tam umutlarını yitirip saraya geri dönmeye karar verdikleri anda bir evin açık camından gelen konuşmaları duymuşlar. Adamın biri, “Çok şükür bugün de doyduk. Kimseye muhtaç kalmadık. Hepimiz oldukça sağlıklıyız. Bir insan daha ne isteyebilir ki?” diyormuş. Kralın adamları hemen bu adamın kapısını çalmış. Durumu güzelce anlatıp, adamdan gömleklerinden birini istemişler. Mutlu adam hiçbir şey diyememiş, sadece başını öne eğmiş.

Kralın adamları etrafa şöyle bir baktıklarında, bu adamın giyecek tek bir gömleği bile olmadığını fark etmişler. Bunun üzerine, krallarını iyileştiremeyeceklerini anlayınca mecburen yola koyulmuşlar. Ama evden ayrılmadan önce de bu fakir ama mutlu adama bir kese dolusu altın vermişler. Saraya döndüklerinde çok şaşırmışlar çünkü kral bir anda iyileşivermiş. Bilge adam ise hiç şaşırmamış ve şöyle demiş: İşte sizin yaptığınız bu iyilik karşısında kralımız iyileşti.”
 

İki Güvercinin Öyküsü

Bir zamanlar yuvalarında güven içinde yaşayan iki güvercin vardı: Bazende ve Nevazende. Günlerden bir gün Bazende güvenli yuvalarından ayrılıp gezip dolaşma sevdasına kapıldı. İsteğini arkadaşına açtı:

“Burada sıkıldım. Görmediğim yerleri görmek, bilmediğim şeyleri öğrenmek istiyorum.”

Nevazende endişeyle yanıtladı:
“Çok güzel ama fırtınalar, rüzgarlar ne olacak? Ya yırtıcı hayvanlar?”
“Her şeyin bir bedeli var,” dedi Bazende. Nevazende ne söylediyse dinletemedi. Bazende gitmeyi kafasına koymuştu.

Bir gün uçup kayboldu ufukta. Yuvasından iyice uzaklaştı. Pek çok güzellik gördü. Keyfi yerindeydi. Yorgunluğu aklına bile gelmiyordu.
Bir dağın tepesinde konakladı. Cennetten bir parçaydı burası. Sessiz ve dingindi. Ama birden bir fırtına patlak verdi. Şimşekler çaktı, yıldırımlar düştü. Yağmur yağmaya başladı. Ufacık yüreği pır pır ediyordu. Çok korkmuştu. “Keşke yuvamdan ayrılmasaydım,” dedi içinden.

Yağmur dinince yorgun argın yola koyuldu. Birden üzerine gelmekte olan avcı bir kuş gördü: Bir şahin, ölüm yaklaşıyordu. “Bir kurtulsam, yuvama dönüp hep orada kalacağım,” diye geçirdi içinden. O sırada bir başka avcı kuş da üzerine gelmeye başladı. Şahinle birbirlerine girdiler. O da bunu fırsat bilip aradan sıvıştı. Ertesi gün kendine verdiği dönüş sözünü tuttu ve yolculuğuna devam etti.

Günler sonra yorulup bir yer aranmaya başladı. Yeşil bir bahçenin ortasında, yem yiyen bir güvercin gördü. Hemen yanına süzüldü ama bu bir tuzaktı ve konar konmaz yakalandı. “Beni niye uyarmadın,” diye çıkıştı diğer güvercine. “Seni uyaramazdım; çünkü beni de yakalayıp ayağımdan bağladılar.” dedi güvercin. Bizi mahveden hırslarımız, tıpkı insanlar gibi… Sana da yardım edemem, kendime de.
 

Kibritçi Kız

Havanın çok sıcak olduğu bir yılbaşı gecesi ufak ayakları çıplak, küçük bir kız alışveriş dükkanlarının bulunduğu sokağa gelmiş. Soğuktan tir tir titriyormuş. Az önce neredeyse bir arabanın altında kalıyormuş. Can havliyle kendini kaldırıma atarken ayağındaki terlikler fırlayıp bir kenara uçmuş. Bunu fırsat bilen kurnaz bir çocuk zavallı kızın terliklerini alıp kaçmış.

Kız, minik avuçlarında sıkı sıkı tuttuğu kibrit kutularına göz atıp evlerine yetişmeye çalışan insanlara seslenmiş: “Kibriiit! Kibritlerim var. Bayım, bir kibrit almaz mısınız?” Kız soğuktan titreyen bedeniyle saatlerce insanlara seslenmiş ama tek bir kibrit kutusu bile satamamış. Sonunda yorgun düşüp bir köşeye oturuvermiş. O anda burnuna mis gibi bir hindi kokusu gelmiş. Günlerdir yemek yemediği için özlemle kokuyu içine çekmiş.

Açlık ve soğuktan yorgun düşen kız avucundaki kibrit kutusunu alıp, “Bir tanecik yaksam ne olur ki? Azıcık ısınsam yeter,” diye kendi kendine konuşmuş. Kız sonunda bir kibrit çıkarıp yakmış. Parlak alev kızı öylesine büyülemiş ki kız bir an kendini şömine başında hayal etmiş. Ayağında yün çoraplar, elinde sıcak kakao fincanı ile gürül gürül yanan şöminenin başında oturmaktaymış. Kız gülümseyerek koltuğuna yerleştiği sırada kibrit sönüvermiş.

Küçük kız hemen bir kibrit daha yakmış. Bu sefer kendini bir ziyafet sofrasının başköşesinde bulmuş. Masanın üstünde çeşit çeşit yemekler, tatlılar ve meyveler varmış. Kibritçi kız çatal ve bıçağı alıp iştahla yemeklere saldırmış. Tavuktan aldığı bir çatalı tam ağzına götürüyormuş ki kibrit sönüvermiş. Kız bir kibrit daha çakmış. O an karşısında onu çok seven, yıllar önce ölmüş büyükannesi görünmüş. Kız sevgi ile gülümseyerek onu yanına çağırmaktaymış. O anda gökyüzünde kayan bir yıldız görmüş. Biri daha öldü, diye düşünmüş kız. Büyükannesi kayan yıldızın birinin öldüğüne dair işaret olduğunu söylermiş hep. Kız büyük bir sevinçle büyükannesinin peşinden koşmuş ve onunla beraber göğe yükselmiş.

Ertesi sabah kızın oturduğu köşeden geçenler soğuktan donmuş küçük bir kız bulmuşlar. Kızın yüzünde huzur ve mutluluk dolu bir gülümseme varmış. Etrafında yanmış kibrit çöplerini görenler, “Yazık, ısınmak istemiş,” diye üzülmüşler. Oysa küçük kız, büyükannesinin kollarında çok mutluymuş.
 

Uyanık Tüccar

Bir zamanlar ülkenin birinde, uyanık bir tüccar yaşardı. Halkın güvenini kazanmış biriydi. Uzak ülkelerden mal getirip kendi ülkesinde satardı. Bir gün gene geziye çıkması gerekti; fakat elinde henüz satamadığı yüz kilo kadar hurma vardı. Bunları bir arkadaşına emanet etti. Yolculuktan döndükten sonra hemen arkadaşının evine gitti. Arkadaşı bütün hurmaları satmış, parasını afiyetle yemişti. Tüccaraysa:
“Senin hurmaları mahsene koymuştum. Orada fareler yedi,” dedi.
“Nasıl olur?” dedi tüccar.
“Ne desen haklısın. Benim bir suçum yok ama istersen malının bedelini ben vereyim.”
“Yok yok gerekmez,” dedi tüccar.

Arkadaşı tüccarı kandırdığını düşünsün tüccar küçücük farelerin yüz kilo hurmayı yediğine ikna olmamıştı. Bir gün sonra arkadaşının küçük oğlunu kandırıp kendi evine götürdü. Sonra arkadaşının evine gitti. Adam harıl harıl oğlunu arıyordu.
“Küçük oğlum kayıp, onu gördün mü?” Diye sordu tüccara.
Tüccar da, “Gördüm,” dedi.
“Nerede?” dedi adam.
“Bir çaylak kapmış götürüyordu.”
“Nasıl olur? Küçücük çaylak kocaman çocuğu nasıl götürsün?”
Tüccarın istediği cevap da buydu.
“Küçücük fareler yüz kilo hurmayı yiyor da, bir çaylak çocuğu niye götürmesin?” diye sordu.
Bu cevap karşısında sıkışan adam suçunu itiraf etti. Zararını karşılayacağına söz verdi. Tüccar da getirip oğlunu adama geri verdi. E, son gülen iyi gülermiş.
 

Alice Harikalar Diyarında

Sıcak bir yaz günüydü. Alice bir ağacın gölgesinde kuş seslerini dinliyordu. İşte bu sırada Alice’nin önünden bir elinde saat tutan smokinli bir tavşan hızla geçti. Tavşan hem koşuyor hem de kendi kendine söyle mırıldanıyordu:
– Acele etmeliyim, bugün çok geç kaldım!

Alice merakla yerinden kalktı ve tavşanın peşinden koşmaya başladı. Tavşan az sonra biraz ötede büyük bir ağacın altında gözden kayboldu. Alice ağacın yanına geldi ve büyükçe bir delik gördü. Merakla delikten aşağı doğru bakarken dengesini kaybetti ve karanlık çukurun içine yuvarlandı.

Alice uzun bir zaman düştükten sonra kendini küçük bir kapının önünde buldu. Merakla bu küçük kapıya geldi. Kapının yanında altın bir anahtar ve bir şişe ilaç duruyordu. Şişenin üstünde “iç beni” yazıyordu. Alice şişenin içindeki ilacı içti. Bundan sonra da birden küçülmeye başladı. Artık bu kapıdan girebilirdi. Altın anahtarla kapıyı açtı ve içeri girdi. Burası dünyanın en güzel çiçeklerinin bulunduğu bir bahçeydi. Alice bir süre bu güzel yeri hayranlıkla seyretti. İleride çiçeklerin ve ağaçların arasında şirin bir kulübe gördü. Bu kulübenin biraz önce gördüğü tavşanın evi olduğunu düşündü. Koşarak kulübeden içeri girdi.

Tavşan karşısında Alice’yi görünce şaşırdı. Kapıyı vurmadan içeri girdiği için çok kızdı. Alice masanın üzerinde duran pastayı görünce dayanamadı ve biraz yedi. Fakat birden Alice’nin boyu uzamaya başladı. Öyle ki tavşanın küçücük evine sığamaz oldu. Tavşan Alice’yi böyle görünce çok korktu. Alice şaşkınlıkla şişede kalan sudan biraz daha içti. Bu sefer boyu yine kısaldı. Böylece Alice de evden çıktı. Alice tavşanı ararken bir mantarın üstünde bir tırtıl gördü. Mantarlardan bir parça yedi. Boyu daha da kısalmaya başladı. Alice bu tuhaf ülkeden gittikçe hoşlanıyordu. Otların, çiçeklerin arasına daldığı sırada karşısına bir kedi çıktı.
Kedi,
– Küçük kız, buralarda ne arıyorsun, diye sordu. Alice:
– Ben smokin giymiş bir tavşan arıyorum.

Kedi, Alice’ye bir yol işareti gösterdi. Alice kedinin tarif ettiği yere doğru gitti. Ağaçların ortasında büyükçe bir alana geldi.
Burada bir bahçede masanın etrafında oturan tavşanı ve bay şapkacıyı gördü. İkisi de çay içiyordu. Alice’yi görünce masaya oturup çay içmeye devam ettiler. Alice bir süre sonra çayını içip onlara teşekkür etti ve oradan ayrıldı.

Bir süre yürüdükten sonra bir oyun kağıdından asker gördü. Onunla oynamaya başladı. Ondan bu ülkeyi bir kraliçenin yönettiğini öğrendi. Tam bu sırada kraliçe geldi. Alice’yi görünce pastayı yiyen bu küçük kızı hemen yakalayın diye askerlerine emretti.

Kraliçenin yanına Alice’nin bir süre önce gördüğü kedi duruyordu. Kedi Alice’nin suçlu olduğunu söylüyordu. Askerler Alice’ye saldırdılar. Kraliçe Alice’ye ölüm cezasına çarptırılacağını söyleyerek bağırıp çağırmaya başlayınca Alice bu sefer korkup var gücüyle oradan kaçmaya başladı. Acaba onu gerçekten öldürecek miydi?

Askerler koşarken “Kraliçemizin pastasını yiyen yabancıya ölüm!” diye bağırıyorlardı. Alice onların ne demek istediklerini pek anlayamadı. Pastayı tavşanın evinde yemişti. Kendi kendine, beni pastayı yediğim için öldürecekler. Ne kadar da saçma diye düşünürken askerler onu yakaladılar. Alice korkuyla,
– Benim hiçbir suçum yok. Beni bırakın diye bağırmaya başladı.

Bu sırada biri, Alice’yi sarsmaya ve onunla tatlı tatlı konuşmaya başladı. Alice gözlerini açtı. Ablası ona sevgiyle gülümsüyor ve saçlarını okşuyordu. Alice bir rüya gördüğünü anlamakta gecikmedi. Sonra iki kardeş oradan kalktılar ve eve gittiler.
 

Miki’nin Dersi

Çok uzaklarda Masallar Diyarı diye bir yer varmış. Burada Miki adlı bir fare ve arkadaşları yaşarmış. Miki’nin arkadaşları her gün okula gider gelir, boş zamanlarında bol bol kitap okurlarmış. Ama Miki bir türlü kitap okumak ve okula gitmek istemezmiş.

Bir gün Miki okula gitmekten de kitap okumaktan da çok sıkılmış. Uzak dünyalara gidip başka yerler görmek istemiş. Ertesi gün yola çıkmış. Dağları taşları okyanusları çölleri geçmiş. Bu arada da türlü yaratıklarla, gizemli ağaçlarla karşılaşmış.

Gördükleri karşısında korkmaya başlayan Miki, pişmanlık içerisinde yürürken yolda bir köstebek yuvasına rastlamış. Yeterince büyüyemeyen ve daha dünyayı tanımayan Miki, gördüğü köstebek yuvasını farklı farklı ülkeler sanmış. “Hımm, şurası İtalya olmalı ya da Amerika… Keşke daha çok kitap okusaydım o zaman anlardım ne olduğunu.”

Biraz daha ilerlemiş Miki, bu sefer de susayıp bir deniz kıyısına geldiğinde kıyıya vurmuş kocaman istiridyeleri görünce, “İşte bunlar da dev gemiler olmalı, ne yazık ki kıyıya vurmuşlar! Gidip hemen birine bineyim,” demiş. Zavallı Miki yeterince kitap okumadığı için ve öğrenmeyi sevmediği için bu sefer de istiridyeleri gemi sanmış. Bir gemiye bineceğinin hayaliyle tıpış tıpış yaklaşmış, istiridye kabuğunun içine burnunu sokmuş. İstiridye Miki’yi görünce çok korkmuş ve kendini korumak için kabuğunu hızlıca kapatmış. Miki son anda kendini kurtarmış.

Bu olaydan sonra Miki, yaşadıklarından bir ders alıp okula gitmeye ve kitaplarını okuyup daha bilgili olmaya söz vermiş.

İlgili Makaleler

6 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir